(Bu sayfadaki bana ait olan tek resim! haha; fotoğraf makinem olmadığından farklı metodlar kullanmam gerekti)
Cuma günü; haftasonu için yapılması gereken ödevin süresinin bir hafta uzatıldığı haberini alır almaz, aklımda birsürü tilki dolaşmaya başlamıştı. Tamam dedim kendi kendime Edirneye gidelim, ama otostopla olsun, heyecanlı olsun. O gün okula da bisikletle gitmiştim, bir arkadaşla buluşmak için eminönüne geçtim, daha sonra bir arkadaşın da yoğun ısrarlarım sonucu Edirneye benimle birlikte gelme olasılığı doğdu. Saç traşı oldum, eve geldim(bisikletle) Arkadaşın gelemeyeceğini öğrendim ve tüm bu süreçler içerisinde saat 19.00 olmuştu zaten. Otostop fikrinden tamamen vazgeçip, ne yapacağıma yarın sabah karar vermek üzere uykuya daldım.
(Bu saatlerden iki tanesini birden kurup yastığımın altına koyduğum halde uyanmadığımı bilirim!)
Ertesi sabah alarm saat 7 e çalmaya başladı ama ben saat 11 de uyandım. Büyük bir sinir, büyük bir sıkıntı. Tam 11 saat uyumak ve yine uykulu hissetmek. Böyle durumlarda kendimi hemen soğuk bir duşla "ödüllendiririm". Duşu aldıktan ve bir güzel kendime geldikten sonra bisikleti hazırlamaya koyuldum. Ama nereye gideceğim hakkında pek bir fikrim yok! Aklımda 3-4 yer birden var. Saat 1 e doğru bisiklet hazırlıkları bitti, yola çıkmaya hazırlandım veee tam bu sırada yağmur başladı! Bir an Hindistan konusundaki planlarımı anlattığım arkadaşlarımın muson yağmurları hakkındaki endişelerine "yağmurdan korkan evden çıkmasın abi" diye alaylı cevaplar verdiğimi hatırladım, ve bi saat bi rotarla 14.00 gibi Şileye doğru yola koyuldum. Şile yolu hakkında hiçbir fikrim yok, daha önce şileye gitmişliğim de yok, ama istanbuldaki yaşamım boyunca Anadolu yakasının 4 bir yanında tabelalarını gördüğümden ve uzaklığın aşağı yukarı 70 km olduğunu bildiğimden pek dert etmiyorum. İki günlük bir tur olacağından ilk gün yorulduğum yerde çadırı kurup geceleyip, ertesi gün farklı bir yoldan eve doğru yola devam edeceğim.
(Kültür Parkı panaroması, google earth ten)
Yola çok geç başladığımdan şileye aynı gün varmayı hiç beklemiyordum başta. Yol boyunca da yağmur sağolsun bir güzel ıslattı beni. Ama dediğim gibi "yağmurdan korkan evden çıkmasın hatta hafta sonunu lost izleyerek geçirsin". Havanın ılık olması çok iyiydi. Hiç yorulmadan, ama yokuşlarda ite ite, (hele o Poyrazköy yokuşu yok mu!) Akşam saat 20 gibi Şileye vardım. Bim kapanmadan alelacele yerini öğrenip, bir paket zeytin ve bir ekmek aldım! 4 tl... Bir 10 dakika içinde bence şilenin en güzel yeri olan tepedeki kültür parkına oturmuş batan güneşin kızıllığını büyülenmişçesine seyrederek akşam yemeğim olan, zeytin-ekmek ve su üçlüsünü afiyetle yiyordum. Böyle şartlar altında yenilen zeytin ekmek, sıradan bir gün sonunda 5 yıldızlı bir restoranda yiyeceğiniz en güzel yemeğe yeğdir bence. Her neyse derken güneş battı, ve ben de daldığım o düşlerin büyüsünden uyandım. Çadır kuracak yer bulmam gerekiyordu. Hava iyice kararmadan 30 dk sürem vardı. Hemen bulunduğum deniz kıyısında ama yüksekçe olan parkın feci eğimli ve tamamen kayalık sahiline inerek düz bir yer bulmaya çalıştım yoktu. Herneyse derken selam verdiğim balık tutmaya çalışan bir emekli öğretmenle iyi bir sohbete başladık. Balık tutamamıştı, ailesi de parkta oturmuş çay içiyorlardı. Aileyle de tanıştım, sorulan bütün sorulara teker teker ve sevgiyle cevap vermeye çalışırken bir yandan da pet bardaktaki çayımı soğutmamak görülmeye değer bir çabaydı. Kolay değil, o çay benim o geceki belki de tek lüksümdü!!
(Yine google earth ten bir fotoğraf, güneşin kalenin sağ tarafından battığını hayal edin, işte benim çekeceğim resim de öyle olurdu :))
Herneyse aileyi bir süre sonra uğurlyarak onlardan boşalan parkın en güzel yerindeki koltuğa uzanıp, bir yandan yorgunluğumu giderirken bir yandan da the doors dinleyip yıldızları seyrettim. Aklımda hep yazın yapacağım seyahatin düşüncesi vardı. Bisikletsiz mi bisikletli mi bütçeme uygun ve hem de zevkli olacak bir türlü karar verebilmiş değildim. Böyle düşünclere dalmış the doors tan dalgaların seslerini dinlemeye geçmişken bir başka bisikletçi olan Metin ile tanıştım. Ben hafiften gözlerimi kapamış uyurken bisikletimi görüp selam verdi. 35 yaşında kendi şirketi ve toplamda 4 tane 3.bin tl lik bisikleti olan aslen şileli ilginç bir insandı. Uzun uzun sohbet ederek gece şile içerisinde iki saat kadar bisikelt sürdük. Yüklü ve hafiften bakıma ihtiyaç duyan bisikletimle şile yokuşlarını aşağı yukarı inip çıkmak kolay iş değildi doğrusu.
Metin ile vedalaştığımda saat 11 e yaklaşıyordu. Hemen vadi park denilen, benim bahsettiğim tepedeki parkın altında, çadır kurulabilecek gizli bir alan keşfettim. Çadırı gizli bir alana kurmak, rahatsız edilmemenin en önemli şartı bu tip gizli kamplarda. Oh be ne güzel yer keşfettim helal diye kendi kendime sevinirken, lambayı yaktım, ve buum!!, bütün planlar suya. Çadır kurmayı planladığım yerin 2 mt ilerisindeki betonda bildiğin yere serili bir döşek ve yorgan var! Hemde düzenlenmiş!... Oh... Saat 23.30... Ama en azından doğru yoldayım, ilçenin evsizlerinin barındığı yeri elimle koymuş gibi bulduğuma göre; düşünce yöntemlerim oldukça doğru...
Tekrar tepedeki parka çıktım. İnsanlar iyice azalmış, tek tük birer ikişerli gençler gidip gelmeye başlamıştı. Şansıma Metinden de öğrendiğime göre, Şile de hele de bu parkta ılık günler, çok nadiren denk gelirmiş. Hele benim son çare olarak kalmayı düşündüğüm yüksekteki parkta, böyle bir gün yılda belki bir kez... Sağ tarafta bir masaldan fırlamışçasına yolunu kaybetmiş teknelere yolunu gösteren Fener, sol tarafta Şilenin tarihi kaleleri... Ve göz alabildiğine Karadeniz. Yıldızlar uzanıp dokunabilecekmişçesine yakın, ve ılık bir rüzgar.
Çadır kurmak yerine yıldızları seyerederek uyuyabilmek için, parkın ışık almayan güzel bir köşesinde yüzlerce kiloluk iki bankı güç bela yan yana getirmeyi başardım. Matımı serdim, uyku tulumumu çıkarıp, yavaşça içine sokuldum. fener kale yıldızlar karadeniz... hepsi görüş alanım içerisinde. O anda parktaki bira içen gençlerin arasında en korkunç insan olduğumdan pek şüphem olmadığı için de son derece rahatım. Tüm gece uyumadım, ya da yarı uyanıktım. Dalgaların sesini dinleyerek, bir yandan da yanımdan geçen sarhoşların benim hakkımda nasıl da merakla fısıldayarak konuştuklarını dinliyorum. (Sarhoş1: bu adam üşümüyor mu abi ya? Sarhoş2: Şıışştt olm sessiz ol, duyacak, uyandıracaksın! S1 : ee tamam da çok soğuk değil mi ulen ben, basbaya bankta yatıyor.) Sonra sarhoşlarımız uzaklaşırlar... Burayı okuyorsanız cevap veriyorum, soğuk değil abicim. -5 derecelik realden 30 tl ye aldığım uyku tulumum karadenizin 17 derecelik rüzgarlarına dayanıyor en azından. Hatta bak ben içeride terliyorum.
(Ayışığı hariç bütün gece izlediğim manzaranın aynısı!, ay olmadan fener ışığının nasıl olacağını hayal etmeye çalışın bir de!)
Neyse işte buna benzer birkaç fısıldayarak konuşma daha, ben bu arada hep yarı uyanık, fenere bakarak, Hemingwayin Yaşlı adam ve denizini düşünerek, yıldızları seyrederek dalgaların sesini dinliyorum. İlk defa serserilerin bile çekindiği birisi olmak da garip bir duygu.
Saat 3,5 oluyor. Sola dönüp bankın sırtlıkarına yaslanmış feneri izleyerek uzanmışken, önümde aniden bir çift göz beliriyor! .... Aman! Bir köpeğin gözleri bunlar. Birden doğrulmamla etrafımdaki 9 köpeğin alelacele uzaklaşması bir oluyor. Ben 4 yaşındayken köyde, boyumdan büyük bir kangalla tuvaletin çıkışında göz göze gelmemden beri köpeklerden hiç korkmuyorum. Sakince tekrar geri uzanıp bu kez köpekleri izlemeye başlıyorum. Birçoğu tasmalı, kendilerinden daha hayvan olan sahiplerinin evden atmalarıyla sokak köpeği olmuşlar belli. Gündüzleri uyuyup geceleri bir oraya bir buraya koşuşturarak takılıyor bu köpekler. Parkın uzaklarından geçen birisi olursa havlayıp uzaklaştırıyorlar, ama beni benimsedikleri belli ki hareketlerime hiç aldırış ettikleri yok. Ben de sıkılıyorum onları izlemekten, ama köpeklerin parkta olması demek, başka bir insanın parkta olmaması demek ki bu saat 4 te diğerinden daha iyi bir durum. Bir saat kadar daha daldıktan sonra artık doğuda belirgin bir aydınlık oluşmaya başlıyor, sabah ezanı, "essalâtü hayrun minne" ler, sonrasında da muhteşem gündoğumu! İnanılmaz. Hiçbir kelimenin o anki görüntüyü anlatmasına imkan yok! hiçbir dilde! Güneşin denizden doğup denizden batması... Son 12 saat içerisinde bu iki müthiş olaya üst üste tanık olmam... Herşeye değer.
(google earth ten, güneşin en soldaki kayanın ucundaki ufuktan doğdu bu sabah)
Güneş doğduktan sonra parktaki spor malzemeleriyle biraz esneyip, salıncakta sallandım. Sonra bir güzel kahvaltı ettim. (Zeytin ekmek, kuru incir kuru üzüm ve su!) Ağır ağır eşyaları yoplayıp bisiklete geri yerleştirdikten sonra saat 7 gibi yola çıkıp bu kez faklı bir yoldan eve döndüm. Yolu bi 10 km uzattım ama aynı yoldan geri dönmekten çok daha iyidir. Yokuşlarda bisikleti hep ittim ve bisiklet kıyafetinin ne kadar önemli bir şey olduğunu bir kez daha anladım. Eve saat 14.30 da vardım ve yine soğuk bir duş...Sonra da bu saçma blog yazısını kaleme aldım işte. Bu arada annemin bana ayırdığı ve kaçırdığım bütün öğünleri üst üste yedim. Hala zeytin bitmedi, bir sonraki turlarda kullanmak üzere dolaba koydum!
-geri dönüş yolunda yol kenarındaki sebzecilerin ikramları çok faydalı oldu(domates salatalık, çilek), tamamen zeytin ekmekle çalışmıyorum yani, bir de yol kenarındaki erik ağaçlarından yediğim erikleri de saymıyorum.
-geri dönüş yolunda şileden suyum bitmiş bir şekilde ayrılmak gibi bir salaklık yaptığımda, tırmandığım ikinci yokuşun sonundaki yeşilvadi piknik yerini işleten amcalar, bana su verip ısrarlarıma rağmen para almadılar.
4 TL diyorum ama 7 tl de olabilirdi pekala...